18 Aralık 2018 Salı

Kargarita'nın sayıklamaları #3

Sigarayı çok fazla içmiyorum. Çakmagı bir an önce paketin içine sıgdırmaya çalışıyorum sadece. Kayboluyor diger türlü.

Alışamadım Yokluguna

Gittiginden bugüne "O olsa..." diye başlayan bir cümle kurmadım. İhtiyacım sana degil, seninle olmaya. Beni terketmene de üzülmedim hiç. Üzüldügüm seninle bir daha birlikte olamayacagım. Oldu ki bir gün gemileri yakıp bana geri geldin, ben de üç ögün tükürdügümü yaladım, asla ilk günkü kadar heyecanlı, eskisi kadar hevesli olamayacagım seni severken.

Hayat tek gösterimlik bir oyun. İkimizin oynadıgı bu tiyatro hiçbir zaman eskisi gibi ilgi çekici olmayacak. Asla eski hevesimle çıkamayacagım sahneye. İşte sen bu şansı kaybettirdin bana.

Bomboş bir salon, sensiz bir sahne. Aklımda bir şarkı, alışamadım yokluguna.

9 Aralık 2018 Pazar

Altını çizdiklerim

Yalvarırım sana... kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Soruların kendisini sevmeye çalış. kilitli odalar veya yabancı lisanlarda yazılmış kitaplar gibi. Cevapları şimdi arama. şu anda cevaplar sana verilemez; çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi yaşama meselesidir. şu anda, senin soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın.

Duino ağıtları - Rilke

Kargarita'nın sayıklamaları #2

Dönecek misin bilmiyorum. Bu blogda bir harf bile geçmiyor seninle alakalı. Aylardır onlarca sayfa şey yazdım senin hakkında. Sen okumayacaksan, bunları gözlerine bakarak söyleyemiyorsam neden başkaları okusun ki?

Sinemadan anlamayan adam

Son zamanlarda hali ortada olan Türk sinemasının imajını belki biraz olsun yükseltebilmiş olan bir film izledim az önce. Limonata. İsmini pek duymamış olmam, pek insanlar arasında konuşulmuyor oluşu iyi bir film olduguna dair ilk işaretti. Ali Atay'ın yönetmenlik de yaptıgını ögrendigim sinema cahilligimle izledigim filmde kimi sahnelerde gülüp kimilerinde fazlaca üzüldüm. Harika bir filmdi bu yönüyle. Gerçekçiligin tavan yaptıgı mükemmel oyunculuklarla da senaryo iyice izleyiciye aktarılmış. Bir buçuk saat boyunca eglenceli zaman geçirmek isteyenler için kesinlikle tavsiye edebilecegim film.

8 Aralık 2018 Cumartesi

Kargarita'nın sayıklamaları

Her geçen gün başımıza daha büyük dertler gelmiyor, her geçen gün gerçekleri biraz daha farkediyoruz sadece. Artık yaparken dogru gibi gözüken yanlışlarımız yok, dogru bile olsa yanlış süzgecinden binlerce kez geçirdigimiz sıkıcı gerçeklerimiz var.

Günlügümden bir sayfa


zamanında birini sevmiştim, zamanın sonsuzluğuna o zaman inanmaya başladım. elinin değmediği tenimde attı kalbim uzun bir süre. insanın kalbi canının acıdığı yerde atar nasıl olsa. sonsuz zamanlarda attı kalbim, dudaklarımda attı ellerimde attı. sadece yüreğimden gelmedi o patlamak isteyen kalbin sesi. kaburgama her vuruşunda acıtan o kalp, ellerimi acıttı. onun her gülüşü, kalbimin her atışıydı. kalbimin her atışı, acıydı benim için.

zamanla geçer deyip, eyerini attığım yelkovanın üstüne binip zamanda yolculuğa çıktım. ilk önce onu ilk gördüğüm yere gittim, eski demir bir kapının paslı koluna yaslanmış vaziyette sigara içerken, dolunayın aydınlattığı ve sokağın sarı ışıklarıyla birlikte yetersiz bir şekilde ışık tuttuğu kapı önünde karanlığı izlerken birden gelip karşıma çıktı. yanında iki arkadaşıyla birlikte, beyaz tenini süsleyen açık buğday, beline değmek üzere olan saçlarıyla ve tıpkı saçları gibi renk ve güzellikte olan gözleri önümden geçip içeri doğru girdi. kalbimin bütün vücudumda attığını hissettiğim o anlarda en ufak bir göz teması bile beni öldürebilir, yere serebilirdi. elimdeki sigaradan uzun bir soluk alıp gökyüzüne baktım. ışığın yetersizliğiyle beliren yıldızlar o gece sanki birbirleriyle anlaşmışlar gibi bana onun yüzünü betimliyor, sanki simsiyah bir tuvalin üstüne onun eşsiz yüzünü çiziyorlardı. samanyolu o, evren oydu o an benim için. sigarayla birlikte yandım ve bittim. ne kadar şanslı olduğunun farkında olmayan demir kapının öteki tarafındaki binanın önünden yavaş yavaş, gözüm kapıda uzaklaştım. sanırım o gece paslı demir kapının kolu bir kez daha dönse ve içeriden o çıksa gözlerimi kaybedebilirdim, çünkü o sıra dolunayın parlaklığını, ışığını ondan almasına bağlıyordum.

uzaklaştım, kapının önde bekleyen yelkovanımın üstüne atlayıp zamanda, karanlığımda ilerlemeye devam ettim. o günün sabahına; okulun ilk arasında, bahçede onu ilk defa aydınlıkta gördüğüm ve gözlerime ilk baktığı lahzaya eriştim. gece toplanan bulutlar hafif bir yağmur bırakmıştı, bu nedenle yerler çok az ıslaktı. okulum dağ eteğindeydi ve dağ, kışın ortalarının verdiği gazla soğuğu üstümüze üflüyordu. ben üstüme giydiğim kazağın ve çenemi yapıştırdığım boynuma sıkı sıkı sarılmış olan kaşkolumun üstünde dudaklarıma sigarayı yapıştırıyordum. cebimden çıkardığım çakmağı -soğuktan ateşin bile donacağını düşünüyordum- sigaramı yakmak için çaktım, ilk denememde başarısız olunca ikinci kez döndürdüm taşı, ateşle birlikte o da geldi. sigarayı tutuşturmak için dudaklarıma kaldırdığım çakmağın çıkardığı ateşin arasından onun güzel yüzünü gördüm. sigaranın ilk dumanını içime çektim. duvarları parçalanmış, pencereleri çıkarılmış ve yangından dolayı içi simsiyah olan bir gecekondu olan "ben"i, o sabah yeni baştan inşa edip sımsıcak bir ev haline çevirenin o olduğunu gördüğümde, sigaradan çektiğim ilk nefesin, komadan sonraki ilk nefesim olduğunu farketim.

bir ona baktım, bir ona. yaklaşık bir dakika sadece onun gözlerine, bana bakmayan gözlerine baktım. kimdi? adı neydi? neyi severdi? kimi severdi? nasıl severdi? ne yapsam beni severdi? başına, saçlarının sadece bir kısmını örten kırmızı yün bir bere giymişti. buğday saçları berenin yanlarından yüzüne iniyor ve narin parmaklarıyla o saçları kaşlarının yanına doğru itiyordu. soğuktan pek fazla olmasa da kızarmış burnunun ucu, her güldüğünde onu daha da tatlı yapıyordu. boynunu soğuktan korumak için ise yün bir şal giymişti. şal kimdi, onu benim kadar soğuktan koruyabilir miydi? üşüse dünyadaki tüm yünleri önüne dökebilirdim, şal bunu yapamazdı. şal sadece onun boynuna sarılırdı. benim sarılamadığım o boynuna sarılırdı. tenini tanımayan ellerim ile sigarayı dudaklarımın arasına götürüp uzun bir nefes çektim.

farkında olmadan, istemsiz bir şekilde gülümseyerek, ona dalgın bakışlar atıyordum. sanki gözlerim yuvalarından çıkmış, onun ayağına tıklayıp bana bakmasını söylemiş gibi, bir kaç dakika sonra gözleri gözlerime değdi. bakışından milyonlarca anlam çıkardığım, sanki o an gözleriyle bana dünyadaki bütün saadeti ateş etti. saadet mermisi kalbimi deldi ancak geçmedi, kalbime karışıp o da atmaya başladı. kalbimin attığını ve sanki ağzımdan çıktığını hissediyordum. bakışından pek memnun olmasa gerek anında gözlerini çekti, o an kafamda binlerce senaryo uydurmuş ve bir kısmını eleyip en son elimde, onun bir şey hissetmediği teorisini bırakmıştım. neden bir olayın üstüne atıldığımızda, olma ihtimalinden çok olmama ihtimalini düşünürüz? neden bardağın boş tarafını görürüz? sanırım benim o an yaptığım bardağın boş tarafını düşünmenin ötesinde, boş tarafı taşa vurup parçalarını bileğime sürtmekti. yürümeye başladı ve önümden geçip sınıfa doğru yol aldı.

yeniden etraf karanlıklaştı ve önüme dört nala yelkovanım yanaştı. üstüne binip tekrar yolculuğa devam ettim. unutan iyileşir diyordu yelkovan, çok karışıyordu oysa ki, onun işi sadece ilerlemekti. ilerledi ve bir cafenin önünde durup inmemi söyledi, indim. işittiğim ilk ses titreşiminin çıktığı yere getirmişti.

Fantastik Roman Havası

 Alakamar'dan sonra 3. stera yılında, ışık girmez bir ormanın derinliklerinde, yaşına göre oldukça diri bakışları olan bir Salazaria yaşardı. Yalnız bir hayat süren bu Salazaria şu sıralar tüm gününü ağaç kesmekle ve kışa hazırlık yapmakla geçirmekteydi. Agaçları kesmesinin sebebi içinden akan mavi renkli sıvı ile tüm kış karnını doyurabilecek olmasıydı. Bu sıvı Salazaria ırkının yaratılışında da önemli rol oynayan, ismi mavi kan anlamına da gelen kamarot sıvısıydı. Alakamar'dan önce 8. stera'da yaşanan büyük çağ savaşında yanan kamarot ormanından bir şelale gibi akan bu sıvının, savaşçıların ruhuyla temas etmesi sonucu ortaya çıkan Salazarialar için bu sıvı sudan bile daha değerliydi.

Diye başlayan bir roman yazma kararı aldım. Bakalım nerelere varacak?

Tek nefeslik bir cümle

Ah şu kendimizi kandırmalarımız... Tanıştıgın andan itibaren içinde sizi rahatsız eden bir şey barındıran fakat güzelligiyle yada sizi degerli hissettirmesiyle bütün bunları geçici olarak unutturan insanlar için taktıgımız at gözlüklerimiz gün gelince narkozsuz çıkarılıyor suratımızdan.

İstiyorum öyleyse malım

Bir konuda istekli oldugunu kimseye belli etme. Eski, parçalanmış ve sagından solundan yırtılmış bir defterimin ara sayfalarında bir dipnot olarak buldum bu yazıyı. Yıllar önce kendime yazmışım. Acaba kursagımda ne kalmıştı bunu yazarken?

Gerçekleşmesi durumunda bize pek de bir şey katmayacak olaylar için tüm gün tırnaklarımızı yiyip heyecanla saga sola koştururken tam olarak ne yapmaya çalışıyoruz? Akşam buluşacagın kadın, iş çıkışı gidecegin alışveriş, gözünde büyüttügün bir proje... bunun gibi bir çok durum için insanlara yaş mamaya koşan kedi izlenimini neden veriyoruz?

İnsanların gözünde basit ve küçük görünmek için çok geçerli bir neden bu durum. Hele de sizden faydalanmaya çalışan bir insan fevri ve düşüncesiz hareketlerinizi gördügünde size verebilecegi herhangi bir iş, para yada cinsel hazların sizi kontrol etmede çok işe yarayacagını farkedebilir. O kadar eminsiniz ki o proje yada kadından alacagınızı aldıgınızda "bu muymuş ya" diyeceginizden. Buna ragmen kendi kabugunuza kapanıp hayatının tek gayesiymişçesine tüm gün bunu düşünüyorsunuz. Sonunda ne oluyor? Ya o kadın başta korktugunuz şeyi başınıza geçiriyor yada o adam projenizin gelecegi olmadıgını suratınıza çarpıyor. Siz de aptal heyecanınızla beraber bir seviye daha aşagı iniyorsunuz.

İnsanlara bir konuda istekli oldugunu göstermek yerine, bu durumun kendisi için eglence oldugunu ve hayatının gidişatını etkilemedigini, rutin bir zevk oldugunu hissettirmek gerekiyor. Bu sayede karşıdaki kendini vazgeçilmez hissetmiyor yada proje üzerinden sizi kullanabilecegini aklına bile getiremiyor. Sabredebilme yetenegi hayatımızın demirbaşlarından biri olmalı.

7 Aralık 2018 Cuma

Eski yazılarımdan

İnsan popülasyonu içerisindeki hayatta kalma mücadelesine değinmem gerek. insan nedir? insan matematiksel olarak hayvan+hayal kurma becerisi, biyolojik olarak yemek yiyen, boşaltım yapan, hayal kuran ve ölen, kimyasal olarak sürekli parçalanıp ısı veren bir varlıktır. ama ben türkçe dersiyle ilgileneceğim bugün. sokaktan çevirdiğiniz bir insanı, insanlık testine soktuğumuzda aldığımız sonuçlar’ın genel bir incelemesini yapma kararındayım.

Evet insan. insan ne yapar? insan doğar, 3 yaşına kadar yaşar, 4 yaşından sonra ilk 3 yıl ne yaptığını hatırlamazlıktan gelir, kötü bir şey yapmış gibi. doğmak gibi. 4 yaşından 7 yaşına kadar şımarır. oyuncaklarıyla oynar, genellikle yalnızdır her şeye ağlama potansiyeline sahiptir, yalan söyler, sürekli birşeyleri ister yada istemez. gelecek hayatına sağlam bir temel atar. 7 yaşına geldiğinde eve öğrencilik kağıdı gelir. acemilik için eve en yakın koğuşa gidilir. mavi önlük, beyaz yaka ve siyah ayakkabıdan oluşan üniforma ve kalem adı verilen 0.7 kalibre silah ele tutuşturulur. insan ilk gün genel olarak ağlar, çünkü gün içerisinde sınırlı sayıda gördüğü yaratıklardan dünyada daha çok olduğunu farkeder. insanlar her yerdedir, tıpkı ona benzeyen bir çok insan keşfeder. okula başlayan insan oğlu insan o günlerde okumayı-yazmayı öğrenir, düşünme daha o yaşta öğretilmez. düşünme hiçbir yaşta öğretilmez, düşünmenin hobi olarak yapılacak bir şey olduğunu bilir insanoğlu, okulda göremez.

Yaş ilerledikçe insan cinsiyetleri keşfeder. insanların çeşitli olduğunu ve herkesin aynı yerden işemediğini öğrenir. tanrının insanı yarıya ayırdığını, diğer yarısını da dünyanın bir yerine serptiğini anlar. hayatı boyunca diğer yarısını arayacağının farkında olmaz henüz, yaş 9-10 iken. yaş biraz daha ilerlediğinde uzun bır süre boyunca yarısını bulduğunu zanneder insan. sürekli olarak yanılır. yarım diye çok kişiyle yan yana gelir, uyuşmadığını anlar her seferinde.

Acemilik biter, insan asıl hayata koyulmaktadır. son sene sınavlar dizerler önüne. bir üst seviyeye geçmek için derler. tüm yaratıklara sordukları bu sorulara senden de cevap isterler. verirsin, şutlarlar bir liseye.

Lise başlar insan için, büyüdüm der insan. bilmez ki daha çocuktur. biraz zorlanmaya, biraz da hayatı anlamaya başlar insan. ama asla tam olarak anlayamaz. birkaç kez aşık olur bu çağda. bilmez, gerçek aşkı bulasaya kadar kaç kişiye aşk diyeceğini. içki içer, gezer, tozar. dünyayı tanır bu yaşta. ama sadece fiziksel olarak. başkalarının içini ancak canı yandığında farkeder insan. bu yaşa kadar, sindiren, boşaltan insan bu yaştan sonra yaşamanın asıl gayesi olan “hayal kurma” gereksinimine başlar. gelecek için sürekli hayal kurmaya, iş, okul, aşk temeliyle başlayıp sonsuz ihtiyaç hakkında düşünmeye çalışır. genel olarak gerçekleşmeyen bu umut bütünü, onu üniveriteye gönderecektir. hem de gireceği sap gibi gerçek olan bir sınavla.

….. Aşk değil bu yazının amacı, ne sınav sistemi, ne yaşam sistemi yada herhangi bir sistem. asıl söylemem gereken insanın hayal kurma mekanizması. ne kadar çok hayal kuruyoruz değil mi? kısa-uzun vadede biraz irdelesek en az 10 tane hayalimizi farkedebiliriz. kesinlikle hayal kurmanın kötü olduğunu savunmuyorum, benim kötü olduğunu savunduğum şey geleceği hayal ederken şimdiki zamanı yaşayamama. hayatımızı tamamen hayaller üstüne oturtup anı yaşayamama. insanın öleceği gün başka bir yarını, hayal kurabileceği bir günü dahi olmayacağını bilememe.
hayaller içerisinde yuvarlanırken yokuş aşağı, bir anda yaşanabilecek aksiliğin tüm hayatımızı değiştirme potansiyeli, hayatın rüzgarlı bir uçurumun kenarındaki bir kuş tüyü olduğu gösteriyor açıkçası. kurulan yüzlerce hayal, bir aksilikte bomboş umutlara dönüşüyor. gerçek bir anda göz önün geliyor. iş bu hale gelmeden gerçekleri görebilen insan, bu aksiliklerle çok daha kolay başa çıkabilir kanımca.

Türkçe yeterince anlattığıma göre biraz matematiğe de vurursam, bir kitapta okumuştum, der ki yazar; gelecekten geçmiş çıkarsa şimdiki zaman kalır.  geleceğinizi ne geçmişteki pişmanlıklarınızla, ne de boş hayallerinizle kurmayın. geleceğinizi sağlam hedefler üzerinde kurun ve geleceğin 1dk, 1 sn sonrayı da kapsadığını bilin. her anınızı doya doya yaşayın.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Hermine'den Harry'ye

             Sana bugün bir şey söylemek istiyorum, uzun süredir bildiğim bir şey. Sen de çoktandır biliyorsun bunu, ama belki kendi kendine henüz itiraf etmiş değilsin. Sana şimdi kendim hakkında, senin yazgın, bizim yazgımız hakkında bildiklerimi açıklayacağım. Sen Harry, hep bir sanatçı ve düşünür hayatı yaşadın, için hep sevinçle, inançla dolup taştı, büyük ve ölümsüz şeylerin peşinde koştun hep, sevimli ve küçük şeylerden asla memnunluk duymadın. Ne var ki, yaşam seni uyandırıp kendine yaklaştırdıkça çaresizliğin büyüdü, acıların, korkuların ve umarsızlıkların batağına giderek daha çok saplandın, gırtlağına kadar gömüldün içine, bir zaman güzel ve kutsal bilip baş tacı ettiğin şeyler, insanlara ve bizim yüce misyonumuza beslediğin inanç imdadına koşamadı, hepsi yitirdi değerini, un ufak oldu, inancın soluyacak havadan yoksun kaldı. Havasızlıktan boğulmak ise çok acı bir ölümdür. Yalan mı Harry? Bu senin yazgın, öyle değil mi?

             Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeyelere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. Kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir Don Kişot'tur. Güzel, ben de aynı durumu yaşadım dostum! Seçkin yeteneklerle donatılmış biriydim, yüce bir örneği kendime rehber edinerek yaşamak, kendi kendime yüce istekler yöneltmek, onurlu görevleri yerine getirmek için yaratılmıştım. Büyük bir yazgıyı omuzlayabilir, bir kralın eşi, bir devrimcinin sevgilisi, bir dahinin kız kardeşi, bir ideal uğrunda ölümü göze alan bir kişinin annesi olabilirdim. Ama yaşam az buçuk beğeni sahibi kibar bir fahişe olmama izin verdi sadece. Bu kadarını bile ele geçirebilmem kolay olmadı! Bütün bunlar başıma geldi işte. Bir süre çaresizliğe kapıldım, olup bitenlerin suçunu uzun süre kendimde aradım. Yaşam ne de olsa her zaman haklıdır diye düşündüm; yaşam düşlerimle alay edip eğlendiyse, o zaman düşlerim salakçaydı demek, haklı yanları yoktu, diye geçirdim içimden. Böyle düşünmem bir işime yaramadı. Gözlerim iyi görüp kulaklarım iyi işittiğinden, biraz da meraklı biri sayıldığımdan, yaşam dedikleri şeyi inceden inceye, adamakıllı gözden geçirdim, bildik tanıdıklarımı, komşularımı, pek çok insanı ve bunların yazgılarını tek tek inceledim; gördüm ki, haklıymış düşlerim, yerden göğe haklıymış, tıpkı seninkiler gibi. Oysa yaşam, gerçeklik, haksızdı. Senin gibi bir insanın yalnızlık, ürkeklik ve umutsuzluk içinde usturaya el atmak zorunda kalması ne kadar doğruysa, benim gibi bir kadının bir para babasının yanında sekreterlik yapıp zavallılık ve anlamsızlık içinde yaşlanmaktan, böyle para babası biriyle parasının hatırı için evlenmekten ya da bir çeşit fahişe olup çıkmaktan başka bir seçenek bulamayışı o kadar doğruydu. Benim içine düştüğüm sefalet belki daha çok maddi ve ahlaki, seninki ise daha çok manevi idi, ama ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Sanıyor musun, senin fokstrottan korkmanı, barlardan ve dans salonlarından tiksinmeni, caz müziğine ve bütün o ıvır zıvıra karşı direnmeni anlamayacak biriyim? Hem de çok iyi anlıyorum hepsini, senin politikadan nefret etmeni de anlıyorum, parti ve basın mensuplarının boşboğazlıklarından ve sorumsuz davranışlarından üzüntü duymanı da, günümüzde düşünme, okuma, inşaat, mimari, eğlence, müzik ve eğitimde izlenen yol konusundaki karamsarlığını da! Haklısın Bozkırkurdu, yerden göğe kadar haklısın, öyleyken yok olup gitmekten başka bir şey gelmiyor elinden. Bugünün pek az şeyle yetinen basit ve rahat dünyası için fazla iddialı ve açsın, seni kendi içinden tükürüp atıyor bu dünya, onun boyutlarının dışına taşıyorsun. Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz.

                    Gözlerini yere indirdi Hermine ve düşünmeye başladı.

                    Hermine dedim sevecen. Kardeşim benim, ne kadar keskin gözlerin var1 Ama yine de bana fokstrotu öğretmekten geri kalmadın! Peki, bizim gibi insanların, ötekilerden bir fazla boyutla donatılmış bizlerin bu dünyada yaşayamayacağını söylemekle ne anlatmak istedin? Kimde kabahat? Yalnızda bizim bugünkü çağımızda mı böyle? Yoksa her zaman böyle miydi?

                    Bilmiyorum. Dünyanın onuruna gölge düşürmektense, bunun sadece bizim çağımızda böyle olduğunu, bunun sadece bir hastalık, geçici bir talihsizlik sayılması gerektiğini kabul etmek isterim. Baştakiler sıkı bir çalışmayla bir sonraki savaşı başarılı bir şekilde hazırlarken, bizler de fokstrot yapıyor, para kazanıyor, çikolatalı şekerlemelerimizi yiyoruz. Böyle bir çağda da dünya ister istemez pek parlak sayılmayan bir görünüm sergileyecektir. Umalım ki eski çağlar şimdikinden daha iyi olmuş, ileridekiler de şimdikinden daha iyi olacak olsun, daha zengin, daha geniş, daha derin. Ama bu bizim derdimize çare değil. Kim bilir belki de her zaman böyleydi...

                   Her zaman bugünkü gibi mi? Her zaman yalnızca politikacılar, vurguncular, garsonlar ve zevk düşkünlerine göre bir dünya, bizim gibilerin soluyacağı havadan yoksun bir dünya mı?

                   Bilmem ki. Kimse de bilmiyor. Öyle ya da böyle, zaten fark etmez. Şu anda senin o çok sevdiğin kişi geldi aklıma, zaman zaman bana kendisinden söz açıp bazı mektuplarını okuduğun dostun Mozart. Onun durumu nasıldı peki? Onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? Kim işin kaymağını yedi? Kimin sözü geçti? Kim adam yerine kondu? Mozart mı, yoksa işi bilenler mi? Mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? Nasıl öldü Mozart? Nasıl gömüldü? Sanırım hep böyle oldu, ileride de böyle olacak. Okullarda "dünya tarihi" denen ve kültürün bir parçası diye ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dahileri, büyük büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka şey değil, okulda gerçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiç birşey. yalnızca ölüm.

                    "Hepsi o kadar mı?"
                 
                    "Hayır ölümsüzlük ayrıca."

                    İsmin ölümsüzlüğü mü söylemek istediğin, insanların kendisi bu dünyadan göçtükten sonra geride kalacak ünü mü?

                    Hayır kurtçuğum, demek istediğim ün değil. Ünün ne değğeri var? Hem sanıyor musun, gerçek ve kusursuz insanların hepsi üne kavuşmuş, sonradan gelen kuşaklarca tanınıp bilinmiştir?

                    "Hayır elbette değil."

                    Yani ün değil söylemek istediğim. Ün, sadece eğitim için vardır, okul öğretmenlerini ilgilendirir. Yo, ün değil söylemek istediğim, yo hayır! Ölümsüzlük diye nitelediğim şey. Dini bütün kişiler Tanrının Ülkesi derler buna. Benim düşünceme göre, bizim gibiler, başkalarından bir fazla boyutla donatılmış bizim gibi iddialı, bizim gibi içi özlem dolu insanlar bu dünyadaki hava dışında soluyacakları bir başka hava, zaman dışında ayrıca sonsuzluk olmadı mı asla yaşayamazlar; bu sonsuzluk da gerçeğin ülkesidir işte. Mozart'ın müziği ve senin büyük yazarlarının yapıtları da bunun içinde, kerametler gösteren, idealleri uğruna can veren ve insanlık için yüce örnekler oluşturan ermişler de bunun içindedir. Ama her gerçek eğilim, her gerçek duygu da, isterse kimenin bunlardan haberi olmasın, kimse bunları görüp bir kenara kaydederek gelecek kuşaklar için saklamasın, bu sonsuzluk kapsamına girer. Sonsuzluk içinde sonraki kuşaklar diye bir şeyden söz açılamaz, birlikte yaşamalar vardır sadece.
               
                      "Haklısın" dedim.

                      Hermine, "dindarlar" diye sürdürdü konuşmasını düşünceli düşünceli, " söz konusu gerçeği herkesten iyi bilen kişilerdi, bu yüzden ermişler çıktı aralarından, "ermişler topluluğu" denen topluluğu çıkardılar orataya. Gerçek insanlardır ermişler, İsa'nın kardeşleridir. Bizler, bütün iyi işlerimiz, bütün yiğitçe düşüncelerimiz, bütün sevgilerimizle hayat boyu onların yolunda yürürüz. Ermişler topluluğunu eskiden ressamlar altın bir gökyüzü içnde betimlemişlerdi, görkemli, güzel ve barışçıl. Benim daha önce "sonsuzluk" dediğim şeyden başkası değildir bu topluluk. Zamanın ve görüngüler dünyasının ötesindeki ülkedir. Bizim yerimiz de işte orası, yurdumuz orasıdır, gönlümüz oraya koşuyor Bozkırkurdu, bu yüzden de ölümü özlüyoruz. Sen Goethe'ni, Novalis'ini ve Mozart'ını orada karşında bulacaksın yine, ben de kendi ermişlerimi, Christoffer'i, Nerili Philipp'i ve bütün diğerlerini. Başlangıçta koyu bir günahkar yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da kötülük de. Güleceksin ama, belki dostum Pablo da gizli bir ermiştir diye düşündüğüm oluyor çokluk. Ah Harry, evimize varmamız için pek çok pislik ve saçmalık içinden bata çıka yürümemiz gerekiyor! Üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir...
                 

26 Ağustos 2014 Salı

hurç'un içindeki burç.

               burç yorumlarına hastayım, retweet edip de beni anlatıyor demek için çırpınanlara daha da hastayım. burçlar ta tarih öncesi sümer dönemine kadar uzanan bir gelenek. aslında uzun zaman öncesine kadar bilim ve evreni keşfetme çabası. insanlar yaşadıkları yeri anlayabilmek ve daha çok tanrıları izleyebilmek için baktıkları uzay şimdi madara oldu bildiğin. o zamanın einsteinleri ki sümeroğullarındaki her bireyin iq su 150nin üstündeydi bence, bu çağımızda şovmen oldu açıkçası.


                bir gün bir burç için söylenen diğer gün diğer burç için söyleniyor. günleri taraf tarafa toplasan tüm burçlar birbirine eşit çıkacak. akrep kadını aldatıldığını anlar der atıyorum fenomuz, akrep kadınının üçyüzü beşyüzü aynen diyerek retweet yapar. lan sanki tarihteki ilk akrep kadını. ülkede her iki erkekten biri aldatırken, bırak burcunu kendin komple akrep olsan önüne geçemezsin.

                diğeri diyor, başak kadını farklıdır. kafasına koyarsa yapar. başak kadını da aynen benim bu, hasibe bak beni anlatıyor bak bak, der. kafasına koyarsa yapar kelimesi türk başak kadını için zor, onu kafasını koyarsa yapar şeklinde değiştirebiliriz. yastığa yani, uyur manasında yanlış anlamayın. bir başka burcumuz ikizler erkeği çok centilmendir. diğerleri piç zaten. diğerleri öküz. hemen retweet ikizler erkeği.

                 ikizler kadını, öyle güzel güler ki gözlerinin içindeki parıltıya aşık olursun yazmış bir fenomen. feno aşık olmuş, hatun da ikizler büyük olasılık. her erkeğin hatununun gözleri öğle güneşine bakarmışçasına parlaktır onun için. sonra koç kadını geliyor, kendilerini aşka inandırmamız lazımmış. malmış çünkü koç burçları. aşk dediğin şey saniyenin binde birlik süre zarfında beynine girer(ki kurşundan daha hızlıdır) ve çıkmaz. kimseyi aşka inandıramazsın.

                benim eleştrim twitterdaki saçmalıklara, yoksa burçlar yüzyılların geleneği nesini eleştireceğim. güzel şeydir.
           

                daha çok var da neden yazdığımı da anlayamadım. kova erkeğiyim ondan.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

bozkırkurdu ----- kitap önerilerim.

Hermann Hesse - "Bozkırkurdu"


                     ilk olarak  bu kitabı okuması gereken kitle, içinde birden çok insan barındırdığını düşünen ve toplumdan, toplumsal düşüncelerden kendini soyutlamış kişiler. içinde onunla çelişen, duruma göre kendini gösteren bir başka insanı taşıyanlar bu kitabı okurken büyük zevk alacaktır. çok başarılı bulmamın üstüne çoğu kişinin hayatına ufak da olsa bir mana verebilecek bir roman. kendisi de sürekli der ki bu roman;

 ... sadece kaçıklar içindir.





10 Ağustos 2014 Pazar

seçim sonu yorumlarım

               bir seçim daha bitti. izmirde yaşıyorum, doğduğumdan beri 6 büyük seçim gördüm, izmir ile birlikte tamamını kaybettim. bu seçim de pek şaşırtmadı bu yüzden. yükseklik korkum yüzünden çatıya, alçaklık korkum yüzünden de tayyibe oy vermedim.

                yeni cumhurbaşkanımız recep tayyip erdoğan oldu, 2002den bu güne buraya kadar yükselmiş olması çok büyük bir başarıdır bir kere. istediğimiz kadar kötüleyelim, ülke insanlarının güvenini bu kadar kazanmış olmak mükemmel. gerizekalılar tayyibe oy veriyor lafından da nefret ettiğim için kesinlikle saygı duyuyorum. gerizekalılar tayyibe oy veriyor diyenler, yıllardır zıt düşüncenin tarafını partizanlık derecesinde tutarak, zevk alırmış gibi hiçbir icraat gösteremeyen insanlardır. 12(hatta daha fazla yıl kaybediyor olmak) da bir gerizekalılıktır bu mantıkla.

                 "devlet", çobanlık kelimesinin mühür ve kaşe basılmış biçimidir. insanoğlu yönetilmeye mahkum olduğu her an onları yöneten bir insan bulunacaktır. neyse seçim sonuçlarına göre yeni bir cumhurbaşkanımız var demek isterdim, zaten cumhurbaşkanı olan adam yine cumhurbaşkanı seçildi. bu musevilikten hristiyanlığa geçmek gibi birşey, tanrı yine aynı, pozisyon değişik.

                 peki tayyip erdoğan cumhurbaşkanı koltuğuna oturduktan sonra neler olur? islamofaşizmi hissettiğimiz bu yıllarda, yetkinin artması islamofaşizmi de tavan değere getirecektir bir kere. ülke tesettüre girmeye yavaştan başlayacaktır(kadınlar manasında değil komple sınırlardan bir çarşaf çekilecek ülkeye). halkı içine kapanık, devleti dışın orospusu bir ülke konumuna geleceği-ki şuan da öyle- aşikar. abd nin; bakın kuzey ıraktan çekilirsek işte böyle olur, demek için ortaya çıkardığı ışid örgütünün ele başları tarafından yönetiliyor olmamız da bu islamofaşizm salgınını yayan en büyük faktörlerden biri olabilir. sınırlar dedik hayali çizgilerdir, uzaydan görünmez. artık görebileceğiz, sapından ucuna kadar sınırlar yükselecek kapılarda. çağdaşlaşma yolunda tadilat yapılacak ve sonu yıkımla sonuçlanacak. ölçüm yanlışı yeniden yapacağız denerek de unutturulacaktır. ülke için yapılanlar başlığı altında milyon saat konuşan akp hükümeti, yapılanların bir boka yaramadığını yavaştan bize çaktırmaya da başlayacaktır.

                 avrupa birliği falan unutulmalı. kültür diye geçinen at gözlüğü tüccarları; avrupa birliğine girmeyelim zaten diyebilir ancak, sabahtan akşama kadar modernlik bakımından gözümüzü ayıramadığımız yer avrupa birliği ve abddir. neyse... hayırlı olsun demek zor.

7 Ağustos 2014 Perşembe

ülkücü, devrimci, özgürlükçü, atatürkçü; buyrun ülke sizin, geçmişte yaşamaya devam.

       
                          türkiye cumhuriyetinin cumhur-u reis'ini belirleyecek seçime 3-4 gün kaldı. üç aday da bir şekilde oy toplama telaşına girmiş durumda. halkın seçeceği ilk cumhurbaşkanını ya 10 ya da 25 ağustosta öğrenmiş olacağız. yazıma tersten başlayıp, bu ülkede resmi olarak yapılan her şeyin gereksizliğiyle lafıma gireceğim.


                 yıl 1998, ay ocak, gün 16..

                   ... refah partisi kapatılma davası sonuçlanıyor ve refah partisi kapatıldı, nedeni laikliğe karşı hareketler yapması vesaire, pek de önemli değil. 12 eylül darbesinden sonra açılan milli görüşü benimseyen bir partiydi ve bu tarihte kapatıldı. daha doğrusu diğer partiler gibi deri değiştirdi. yerine refah partisi adında bir parti açıldı. recep tayyip erdoğan da o sıra refah partisi ile istanbul büyükşehir belediye başkanlığını yürütüyordu. yani partinin bir mensubuydu kendisi.

                 yıl 1998, mayıs, 14..

                   ... recai kutan fazilet partisi genel başkanlığına getiriliyor ve fazilet partisinin siyaset hayatı başlamış oluyor. 150 milletvekili de kapatılan refah partisinden fazilet partisine geçiş yapıyor. 

                 1999'un 18 nisanı.

                    ... türkiye genel seçimleri oluyor ve fazilet partisi %15 oy alarak 3. sırada kalıyor. 1995 seçimlerinden birinci çıkan refah partisinin diğer adı olmasına rağmen büyük bir düşüş yaşıyor parti. 4 yılda erbakan ile kazanılan birinciliği kaybediyorlar.

                  2002'nin 3 kasım'ı..

                        ... recep tayyip erdoğan 2001 yılında kurulan adalet ve kalkınma partisini, istatistikleri altüst ederek %34 oyla liderliğe getiriyor. peki sormak gerekiyor, bu 3 yılda neler oldu? 4 milyon oydan 11 milyon oya nasıl çıkıldı?

                        şu sıralar paralel diye nitelendirdikleri hocasıyla ve amerikanın yardımıyla tahta çıktığını sanırım bilmemiz gerekiyor. o günden bu güne de her hareketinde, her seçimde bunun ona yardım ettiğini de biliyoruz. 2002 den 2014 e her gün gazete manşetlerini süsleyen olayların altından nasıl kalkabildiğini şaşkınlıkla izlerken, birilerinin yardımı olduğunu biliyoruz. rüşvet, hırsızlık operasyonlarından nasıl kurtulduklarını, halkın yarısını nasıl koyun haline getirdiklerini çok iyi biliyor ve bunu söylemekten çekinmiyoruz. cafede mafede insanları gördüğümüz her yerde politik sohbetler yapıyor, akp nin oyunlarından ballandıra ballandıra bahsediyoruz. hatta örgütler kurup eylemler yapıyoruz, ölüyoruz. ama her işin ucunda bir abd bir cemaat olduğunu, kavga bile etseler olduğunu emin bir dille söyleyebiliyoruz. kendi ideolojimizi savunmaktan öte tayyibin ideolojisini yerin dibine sokuyor, ona lanetler okuyoruz. ama a dan z ye tüm oyunlarını biliyoruz, parasını da hırsızlığını da. seçimlerde oyları nasıl çaldığını, insanları fişlediğini de biliyoruz. bir de bu ülke bitti de diyebiliyoruz. yani resmi olarak ne yapılırsa yapılsın üzerinde oynanabildiğini, insanlardan dayak bile yiyebileceğimizi biliyoruz. bir yandan elimizin ulaşamayacağı, değiştiremeyeceğimiz gerçekleri görürken, diğer yanımızla bunları değiştirmye çalışıyoruz. küfür ediyoruz. çaresiz olduğumuzu biliyoruz. daha çok....

             
                         hala uğraşıyoruz üstüne üstlük, pusulasız, çölde emekleyerek yürüyoruz. hiçbir yere varamayacağımızı bile bile. bunu çok iyi bilmemize rağmen, oy kullanmak, parti ideolojisi yapmaktan da geri kalmıyoruz. oyunu kullanan halkın oyu çalınır, vergi veren halk götüne kazık yer. ama nedense hala vazgeçmez. koyun dediği akplilerden daha koyun olur. geri kalmış şu ülkenin halkı olmaktan utanır ama hala bir şeyler geveler. komşu ülkeler kadar değer görmeyen karşı partili halk, ezilir, aç kalır. ama hala koyun gibi kendi partisinin o işe yaramaz ideolojisiyle, kurt olur, altı ok olur kürt olur ne bok olursa olur. geçmişte yaşar amına koduğumun koyunları.

                       bazi büyük brotherların elinde olan şeyleri, sabah sıcak yatağından kalkıp oy kullanan halk değiştiremez. sikerim sandığı da, oy pusulasını da.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

kadranı dans eden pili bitik saat

                        şu sıralar, zamanla geçer dediğimiz şeyin zamandan başka bir şey olmadığını anladım. zamanla geçen tek şey zaman.

                         saati çöplük olarak düşün. daire şeklinde bir çöplük, ortasında dönen akrep ve yelkovan var. "zamanla geçer" diye tabir ettiğimiz tüm üzüntülerimiz, tüm pisliklerimiz de saatin içinde. umduğumuz şey, akrep ile yelkovanın dönerken onları de önüne takıp süpürmesi değil mi? yelkovan pislikleri takar önüne, geçtiği yerlerdeki pislikleri temizler, geçtiği yerlerdeki üzüntülerimizi alır götürür peşinde. zamanla geçer dediklerimize bir bakarız yelkovanla akrebin kadranına takılmış süpürülüyor. sonradan fark ediyoruz ki yelkovan önüne taktıklarıyla birlikte dönüp yine aynı yere geliyor. aynı üzüntüler, aynı sıkıntılar yine aynı yerde beliriyor.

                    kadran dönüp duruyor, zaman arkasını kirletirken önünü temizlemeye, akrep süpürürken yelkovan pislikleri geri saçmaya devam ediyor. öyle değil midir zaten? akrep ile süpürülenler; üstünde saatlerce düşündüklerimiz, ağır ağır ilerlediklerimizdir. yelkovan ise saniye içerisinde döner içine sıçar hayatımızın. anlık olaylar parçalar umutlarımızı. zamanın içine attığımız üzüntülerimizi, akrebin saat ayırıp temizlediğini, yelkovan saniyesinde dağıtır.

                    zamanla hiçbir şey geçmiyor. ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsünde dediği gibi; saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman ,ayarı insandır..

alafranga umutlar

                       
                   kimimiz doğru zamanda yanlış yerde, kimimiz yanlış zamanda doğru yerde olduğumuzdan yakınıyor. açıkçası hiçbirimiz doğru zaman, doğru yer diyemiyor. düşünceleri halktan kopuk, beynindekileri kağıda dökmeden duramayan birisiyseniz bu yakınmaların her an kafatasınıza balyozla vurduğunu farkerdersiniz. kalabalığın içerisindeki yalnızlığı simgeleyen bazı bireyler, kafasındakileri anlatamamaktan, paylaşıp eksiklerini tamamlayamamaktan, yalnızlığı hücre çekirdeğine kadar hissetmekten muzdarip.

                 kitapla dolan beynin kanalizasyonu ses telleri, döküldüğü yer ise dildir. beyin sürekli dolduğundan dile dökülmezse hazımsızlık başlar. öyle acıdır ki beyindeki hazımsızlık. hiç kimseye hiçbir şey anlatamamak öyle kötü bir şey ki.  kalabalığın içerisinde yalnız kalmak sanırım cehennemin baş azabı. nietzsche'nin dediği gibi dersin kendine sürekli; bu kulaklara ağız değilim ben.

                 arkadaşın asıl manası, sırta saplanan bıçağın markasını bilmek demektir. eninde sonunda bitecek bir şeyi sürdürme çabası ise bıçağı bileyip kendi elinle teslim etmektir. aklınızın zerresi dahi uyuşmayan bir arkadaşlığı sürdürebilmek, sönmüş bir kibriti tekrar yakmaktan daha zordur. sosyal insan, başındaki altı harfi bir arada tutmak için sımsıkı sarılır. boşa.

                   ... ne bileyim neden.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

karalama; durum raporları.

                           
                     yüzeyi tam pencerenin altına denk gelen, üstünde sarı loş ışık veren bir masa lambası ve amaçsızca duran kitaplarımın olduğu masamın ve diğer köşede duvara sarılmış yatağımın bulunduğu karanlık odama girdim. masanın köşelerinde intihar etmeye çalışan silgi kalıntıları ve pencereden manzarayı izleyen kalemler haricinde odada hiçbir hareket yoktu. sessizliğe tam anlamıyla hapsolduğum an çekmecedeki laptobu masaya aldım. sarı loş ışık veren masa lambamın öbür tarafına yerleştirdim. müzik dinlemek amacıyla girdiğim tarayıcıda, bir kaç şiir ve makale okuma fikri ekranın yanından kafasını gösterdi. gireyim dedim bir kaç şey okuyayım. insanların çektiği acıları kendime uyarlayıp biraz da ben acı çekeyim. ateşin iyice yaklaştığını düşünüp pencereyi hafif araladım, rüzgar asi bir şekilde pencereyi birbirine bağlamış perdeyi delip geçmeye çalışıyordu. perde inat etti, perde kazandı, ben başladım okumaya. yazıya kendimi kaptırmadan önce dire stairs'ten brother in arms'ı açıp sırtımı bir tekeri kayıplara karışmış sandalyeme yasladım. sağ elimle gözlüğümü hizaya sokup okumaya başladım.

                    okudum, okudum, okudukça farkettim. yazar ne yazarsa yazsın, ne söylemek isterse istesin ben o anki kafama göre, hissettiklerime göre harfleri okumaya çalışıyordum. isterse komik bir makale olsun, ben nasıl yapıyorsam bin kelimenin arasındaki bir harfe odakanıyor, o harfin içindeki hüznü yakalıyor ve kendime uyarlıyordum. işte beni anlatıyor diyordum. harfleri yan yana koyunca kelimeleri oluşturuyor dedim, kelimeler türkçedir, ingilizcedir, falancadır. türkçeyi biliyorsan türkçe makaleyi okur anlarsın, ingilizceyi de o şekilde, ama dilden önce hüzün yada mutluluktur kelimelerin şifresini çözen. yazan her ne halt olursa olsun senin o gece eve girdiğindeki kafanın durumudur kelimelerin dili. o an arka fonda çalan şarkının alıp götürdüğü yer vardır beyinde, kelimeler orada okunur. günlük hayatta bir bakıştan yüz milyon anlam çıkarıyorum dedim, koskoca bir kelimeden neler çıkaramazdım ki?

                   şarkı o sıra kendini olaylardan çekti, ben de yeni bir şarkı görevlendirdim, saat gece yarısına veda etmiş edecek vaziyetteyken arşivimde gecenin şarkısını aramaktaydım. şarkılar vardır, imkansız aşklar gibidir, hafif rüzgarla sallanan perdenin süslediği, loş ışıklı koyu kestane masanın yanında oturan beni ve gecemi mahvedeceğini bile bile her gece dinlerim o şarkıyı. her gece ağzıma sıçar ama ben yine de onu görmek için girerim arşive. dinler, okurum. güneşin gün içerisinde yaktığı duygu ve özlem kırıntılarını geri getirmek için başka yöntem bilemem çünkü.


25 Temmuz 2014 Cuma

full hd kuran-ı kerim.


                 akşam işten gelip, fırından yemeğimi alıp yolumun üzerindeki televizyonuma uğruyorum. örümcek ağı bağlamış güç düğmesine basıp arkasına duble yastık koyduğum koltuğuma oturuyorum. bunları yaparken de akrep 6, yelkovan da 12 nin üzerinde, güneş hafif veda etmeye yeltenmiş de batıp batmama arasında kararsız kalmış durumda oluyor. pil takma yerinin kapağına sıkışanlar hariç naylondan çıkarılmış çizilmek için can atan kumandamı, kucağımdaki yemeği yanıma bıraktıktan sonra ayağa kalkıp odayı gezip yaklaşık 1 dk aradıktan sonra oturduğum yerin minderinin arasında buluyorum. küçük bir intihar girişimi düşüncesi gelip gidiyor o sıra. nihayet kumandayı elime alıp klasik karasal türk kanallarında geziyorum, insanın otuz tane uydusu bile olsa hep o kanallara göz atar. kalabalık diye mi, yalnızlık piskolojisi mi bilemiyorum; zaten konu da o değil. yemek programlarını sunan kadın büyük samimiyetsizlikle gülerek elini sallıyor ve yapımda emeği geçenler ve hatunun giydiği elbisenin markasını da gördükten sonra, kanal reklamlara bağlıyor. reklam sonunda ise dizi reklamları başlıyor, iki saatlik türk dizilerinin otuz saniyelik kısımlarını gösteriyor ve o da ne yeniden reklam başlıyor, onun da sonunda şükür iftar programımız başlıyor.


                 konumuz iftar programıydı, ne reklam ne de hep oturduğun yerde olan ama sen odayı turlamadan kendini göstermeyen kumanda, konumuz değildi. bu sıralar oğlu da meşhur olan bir kanalda stop etmişken usta din adamımız çıkıyor. halka açık yerlerde,  kapalı yerlerde gerçekleşen bu yüce muhabbetler başlamış oluyor. insanlar bir günlüğüne peygamber kiralamışlar gibi ekranın başına dikiliyor, ağzından çıkan salyayla abdest almaya çalışıyorlar.

                 din alimimiz konuşmaya başlıyor, "selamın aleykum, hayırlı akşamlar değerli izleyenler" diyor. bunu söylemesi yaklaşık 5 saniye alıyor. bu beş saniyede cebine koyduğu para alimimizin 17TL. ama selamın aleykum ile başladığından halk alkış. biliyoruz ki türk halkı din konusunda en cahil, diğer konularda ise en bilgili insanlardır. kendileri için bu böyledir. köy kahvesine atomu parçalamaya gir, herkesten fikir alırsın. ama cuma çıkışına orucu ne bozar diye git herkes biraz düşünür. o yüzden bu kanala çıkan alimimiz dünyanın en büyük profesörüdür türkler için.

                  alim abimiz diyor, allah diyor, peygamber diyor, uyduruyor. yani şunu dese: peygamber efendimiz de böyle meydanlarda öğüt verir soru cevaplardı, halk da her 10dk da bir sahneye 10TL bırakırdı. böylece allah dinleyicilere daha çok sevap yazardı" dese, halk direk eli göte atıp cüzdanı kapmaya çalışacak. çoğu zaman kanıt vermeden anlatılan hikayeler, peygamber sevgisi aşılama, dini anlatma, koyunluğa iteleme programın kurgusunu belirliyor. çünkü bu insanoğlu o kadar mal ki 610 yılında başlayan islam şuan 2014 teyiz küçük bir başlat->donatılar->hesap makinesi yoluyla 1404 yıllık dini hala çözebilmiş değil. hala diş fırçasını ve sakızın orucu bozup bozamadığını tartışırlar.

                   "hocam, sakız orucu bozar mı" ve türevi harika sorular, türkiye'de: "hocam uzay nerede başlıyor?" sorusundan 20 kat daha önemli. iki dakka sırtını koltuğa yasla da düşün, aynen lan de. aynen çünkü. cahil insanlık, kitabını okumadığı din hakkında kolay yoldan bilgi sahibi olmak istiyor. hocam şimdi siktir edin kitabı kim okuyacak, siz bana anlatın oruç bozmak orucu bozar mı? gibisinden.. hoca dese ya; aman beyfendi(mongol bey) olur mu?(para verdimi lan bu girişte acaba?), kitap yüce tanrı tarafından gönderilmiştir. dini sadece kurandan öğrenebilirsin, bu allahın kelamıdır. adam hiç durmaz-zaten dinlememiştir bile kesin- lan salla amin allah maşallah da okumasak, evde odaya assak aynı şey eder mi? hoca da; evet! der. hayır dese ne olacak.

                   ama üzücü ki, bir hoca da çıkıp ekrana şunu dese ya: " e be cahiller, lan kitap duruyor hepinizin evinde, meali de var amına koduklarım, burada kafamı sikeceğinize bir kez açıp da okudunuz mu ne diyor? araştırdınız mı hadis-i şerif hiç? okusanız, lan bu sizin kutsal kitabınız, diğer taraftaki sözlü bu kitaptan çıkacak. açın bir okuyun, her hecesini allah allah allah dediğiniz allah yolladı lan. bu hevesle alıp 12. sayfasında "mr. alfonso" ne amk diyip kapattığınız kitap değil lan bu. bu kutsal kitap. el fatihayı türkçe oku, bi bak bakayım ne diyor, diğerlerini de oku. allah arap mı? oku türkçe sen kimseyi dinleme. okumazsan anlayamazsın. bak ben çıkarım burda karını bu gece getir bana allah sevap yazar derim, getirirsin karını yarın ağlayarak eve gelir. cahilsin abi sen, bana bakmayın amk, kitap var len bana özel kuran inmedi, o hepimizde aynı amına koyayım. aç, oku, anlat ve öğren, internet de var artık, istediğini yaz google'a, yaz kadınlar hakkında soru sor mesela; hocaların zırvalarını dinleyeceğine, "kadınların kapanması gerekir mi?" diye yaz, "kadınlar açılıyor_soyunuyor_xxx.avi" yazma amk. bir kere de din için kullan bakalım interneti. nasıl oluyor acaba?"

                 diyemezler çünkü program başına halkın 2 yılda aldığı parayı alıyorlar. neyse daha çok devam edilecek, şimdilik bu kadar. devamı yarın, yada diğer ramazan.